Pazartesi

sosyalleşelim mi?

hani şöyle bir karikatür vardı: yan yana kafalar var, beyinler küçüldükçe suratlar biraz daha gülüyor. adamın sorgulama ve cevap bulma yeteneği azaldıkça, kendisindeki ve çevresindeki kusurları görmemeye başlıyor adam, mutlu oluyor. hangisi daha iyi diye düşünüyorum; kayıtsız kalmak mı yoksa farkında olup hiçbir şey yapamamak mı? bir noktadan sonra kayıtsız kalacak hali kalmıyor ki insanın. ama farkında olmaya da gücü yetmiyor. böyle işte, hiçbir şeyi değiştirememek üzüyor.
insanları değiştirememek. insanların birbirlerini değiştirmek için, daha da kırıcı yollar denedikleri bir dönemdeyiz. sosyalleşme adı altında herkesin herkese aşinalaşması, belki iyi arkadaşlar edinmek, değerli kişilerle tanışmak, güzel fikirler bulmak, paylaşmak, kaliteli eserlerden haberdar olabilmek; belki de ağız dalaşına girmek, her geçen gün çoğunluktan biraz daha uzaklaşmak, bir köşeye atılmak, çabucak yargılanmak, etiketlenmek ve bununla ilgili hakarete uğramak... birilerini aşağılamak, destekçiler bulmak, üzmek, bu şekilde sevinmek; beynin küçülmesi, gülümsemenin büyümesi. buna sosyalleşme deniyor. sanal ortamda sosyalleşme, ne güzel! daha çok site, daha çok profil, daha çok insan. insanlar birbirlerinden sıkılmaya başlıyorlar, daha çok sevgisizlik, daha çok kayıtsızlık, daha çok popülarite. bir şeyler moda oluyor ve insanlar üçe ayrılıyor: modaya uyanlar, modanın karşısında duranlar ve neyin moda olduğundan haberi olmadığı için muhattap bile olunmayanlar. bırakalım nasıl ayrıldıklarını, insanlar ayrılıyor. insanlar, daha da keskin bir şekilde ayrılıyor. ardından bu, insanlarda bir bağımlılık haline geliyor. her blog sitesinden bir hesap, twitter, facebook, formspring, connected2me, bilmem ne. sıkıntımızı nasıl geçireceğimizi şaşırmış bir halde etrafımızdakilere saldırıyoruz. çıldırıyoruz, herkes fotoğraflarımızı görsün, yazdıklarımızı okusun, neyi sevdiğimizi, kimlerin bize olan sevgisini nasıl gösterdiğini bilsin istiyoruz. iki şey artıyor: topluma bağlılığımız ve toplumdan dışlanmışlığımız. etki-tepki meselesi tekrar karşımıza çıkıyor, insanlar bize beğenilerini gösterdikçe biz onları aşağılama hakkını kendimizde daha çok buluyoruz. insanlar bize nefretlerini gösterdikçe biz kendimize olan hayranlığımız zedelenmesin diye onlardan nefret etmeye başlıyoruz. beyinler küçülüyor, gülümsemeler büyüyor. dalga geçiyoruz, prim yapıyoruz. evet bunu yapıyoruz; yapıyorsunuz. bana "kendi adına konuş" deyip sırtınız dönebilirsiniz, hadi yapın bunu! beni yalnızlığa itin, ben de her zamanki umursamaz tavrımı takınıp "nereye giderseniz gidin" derim. bu da bir tepki, kimse gerçekten kayıtsız ve umursamaz değil. burada böyle, gerçek hayatta olmayabilir, ama burada, eğer bu hesabı açmış bunları yazıyorsam, facebook'ta, twitter'da, bilmem nerede, oturup da profilimi düzenliyorsam hakkımda ne düşündüğünüzü umursamıyor olamam. harika insanlarla ve zavallı insanlarla karşılaşıyorum ve hepsine aynı muameleyi yapıyorum; çünkü insanlar dinlenmeyi hakediyor, ben dinlemek istiyorum. ben sırtımı kimseye dönemem. siz dönebilirsiniz. şimdi, hemen burada okumayı bırakabilirsiniz.
eğer gaza gelip "tamam bırakıyorum be!" demediyseniz son olarak geçen gün 9gag'da denk geldiğim bir posttan bahsetmek istiyorum. ortada bir defter fotoğrafı var ve yanlış hatırlamıyorsam altında şuna benzer bir şey yazıyor: "bu defteri al ve yazdıklarınla ana sayfamı işgal etmekten vazgeç." güzel, çok güzel. birileri yazdıklarıyla senin facebook ya da her neyse işte oradaki yayın akışını rahatsız edici bir şekilde bozuyor, yazdıklarıyla ilgilenmediğin için de ondan gidip bunları bir deftere yazmasını istiyorsun. peki arkadaşım, bu ablamız neden hala senin arkadaş listende? sil gitsin, görmek istemiyorsan sil; ya da hiç ekleme arkadaş listene. nasıl? onun bunları bir deftere yazmasını falan istemiyorsun, sadece destekçi toplayıp mutlu olmak istiyorsun.
yeter artık. etrafınızdakileri mutsuz etmekten vazgeçin, insanlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder