düşüyordum zaman gibi. güneş vardı, insanların itaat ettikleri ve gece, sırtlarını dönüp gözlerini yumdukları. dünün son damlaları parmaklarımın arasından kayarken çevremdeki odanın duvarları beni sıkıştırıyor ve tavanı üzerime yıkılıyormuş gibi hissettim, kafamın içinde insanların kahkahaları yankılanıyordu ve bir savunma mekanizması olarak kullandıkları ciddiyetsizlikten ne kadar tiksindiğimi o an anlayıp pencereyi açtım.
parmaklıkların arasından ellerimi ve kollarımın yarısını geçirebiliyordum, ağacın biri dallarını bana uzatmış gibiydi ve ben de ellerimi ona uzattım. bu, oldukça çirkin bir ağaçtı. ona acıdım. bilmukabele, dedi tatlı ve alaycı bir ses. hayır, alaycılık insana mahsustu, yanılıyor olmalıydım. bir şeyler söylemeliydim ama korkuyordum. korkma, dedi aynı ses, sana hikayemi anlatacağım. peki, dinleyelim madem.
fyodor'dur adım. buraya senden de önce düştüm. başka yer görmeden. başka dil bilmeden. işim terzilikti. beni pek sevmezlerdi. kimler olacak canım, kimsecikler. zavallı fyodor ise hep ilgi bekler. demiştim ki, belki belli edemiyorlar. bir fikrim vardı, ellerimde kumaşlar. bir felaket yaratsam, sonra da onları kurtarsam. ama kendimi kurtarmasam da beklesem. beni sevip sevmediklerini de öğrenmiş olurum hem. neden bilmem, insan demek sevgi demekti. belki sevginin dili de emekti. diktim kalın sütunları. kumaşla gerdim dayanıksız tavanını. çağırdım insanları. terzi fyodor'un yeni evinde ziyafet var! gelin! içimden diyordum ki: gelin de tavan çöküyor sanın başınıza, tam o sırada kumaşı çekip enkazı kendi üstüme yıkacağım, gelin. kurtarayım sizi bir güzel. ama uzanmadı hiçbir el. bağırdım, çağırdım, ziyafetime gelecek kimseyi bulamadım. sonunda tek başıma girdim o çatının altına, ölüverdim işte.
sesi incelip kayboldu. içim sıkıldı. başımı demirlere dayadım, ellerimi alnıma. bir müzik yankılanmaya başladı kulaklarımda. gecenin önünde eğilip bir arzusu var mı diye sormak istedim. gündüze kıçımı dönüp uyumak istedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder