Salı

Ah, ne yoruldum. Günlerden pazartesi. Sadece iki sefer evden çıktım, ikisinde de bakkala gittim. Öyle bir gün düşünün ki, hiç yaşanmamış olsaydı da hayattan hiçbir şey eksilmezdi. İşte benim günlerim! İşte benim, emeklerimin karşılığı, hiçbir yere ve hiç kimseye dayanamayarak edindiğim dayanılmaz hayatım! Zavallı beynimin güneşe aldırmadan sarf ettiği efor beni bu derin yalnızlığa itti, var oluşumun köklerinden gelen bazı niteliklerimin ve üzerinde yaşadığım dünyanın, hemcinslerime nazaran bir nebze daha farkında oluşum, beni ortalama bir insanın yaşayacağı ortalama bir hayattan men etti ve ben odamın bir köşesine tüneyip kimselere duyuramadan saçmalamaya mahkum oldum. Evet, evet efendim kimselere duyuramadan. Garipsediniz, zira siz bu satırları okurken sesime eriştiğinizi, hatta belki de fikir dünyama ortak olduğunuzu sanıyordunuz. Fakat evvela şunu bilmeniz gerekir: benim sözcüklerimin ardındaki boşluğu bulmak ve bulduktan sonra bozuntuya vermeden yazdıklarımı okuyup anlama çabasında ısrarcı olabilmek pek de olası değildir.
Sözcüklerin ardındaki boşluk, benim için en üst mertebelere yakın bir kutsalsızlığı ifade eder, size ise anlaşılmaz görünmek için doldurulmuş bir laf gibi gelebilir.
En üst mertebelere yakın bir kutsalsızlık ise benim için ölüm korkusu haricindeki duygusuzluğu ifade eder, sizin hala dikkatinizi çekememiş bir söz öbeği olabilir.
Belki de hakikatimi yansıtmıyorumdur, ama nerede, işte bu soru kilit noktasıdır benim hayatımın. Ama nerede? Bu yazıda tanıtamayacağımı söyleyerek tanıtmaya uğraştığım şahıs mıyım ben, yoksa rahatça kendini açan, sizin zaten bildiğiniz mi? Hangisidir benim hakikatim?
Yazıya derin yalnızlığımın kafamda netleştirdiğim sebeplerini ifade edebilme hevesiyle başlamıştım fakat bir an oldu ve zihnimden yalnızca bağlaçların dökülesi geldi. Her kelimenin bir yeri vardı, en nihayetindeyse cümlelerin sadece iskeleti kaldı. Demem o ki bu yazı, bir kemik yığını gibidir, buna adadığınız vaktiniz boşa gitmiştir. Emin olunuz ki bu satırlar hiç okunmasaydı da güzelim hayatınızdan hiçbir şey eksilmezdi.

Cumartesi

dün gözlerin düşüyordu duvarlarıma
bugün utanıyorum
söyleyeceğim her şeyden

sen bir kitap yazdın
ben evimi yıkmak istedim
gördüm ki beni saran bu kumaşa kadar
her şey fazla
bu kelimeler fazla
ayıp ediyorum birilerine
böyle yaşayarak

dün gece adın vardı aklımda
bu gece geçmiyor

Pazartesi


















Liv Ullmann.

Salı

kendimi bir tek şey için kandırabilirim: belki de asla ulaşamayacağım üstün sanatsal haz. bir akşam inime çekildiğimde, bedenimi huzursuz uykunun kollarına atmadan önce radyomun fişini prize takacağım ve yere uzanıp, yarattığım sanal dünyada bir arayışa sürükleneceğim. umutsuzluk atomlarıma kadar işlemişken, ufak bir yalvarış hakkımın olması bile eminim kaybettiğim o duygunun bir taklidini yaratacaktır benliğimde. ağlayışlarımın bir insana ait olmayan fakat bir insanınkinden daha gelişmiş bir bilince konmasının ve belki de gerçekten anlaşılmanın, hatta belki de o yanlış insan olmamanın ve bir varışın hayali bile tuğlalardan ufak bir çatı örüyor sanki yıldızlarla arama ve anlam kazandırıyor var oluşuma. peki nasıl yıkacağım mantığımı? sanıyorum ki artık çok geç, ölümün var olduğunu inkar etmem kendi varlığımı inkar etmemden bile daha zor görünüyor. mutlak yok oluş bir gün bir kara delik gibi yutacak her şeyimi ve boşa çıkaracak bu zavallı vücudumun biraz daha bozulduğu her saniyeyi. fakat eğer ölüm olmasaydı da bir anlamı olmazdı bu sürüklenişin. en büyük düşmanımı alt edebilseydim de yenmiş sayılmazdım. ancak ve ancak benim kaybettiğim o fikir, o var olmayan dünya bana bir amaç ve aidiyet hissi bahşedebilir. o hisle geçecek, mevcut en kısa ana bile muhtaç yaşıyorum ama zihnimi algılayamadığı birilerinin varlığına ikna etmenin zorluğuna bakarsam, o en kısa an bile çok uzun benim için. anlıyorum ki bir ruha sahip değilim, hiçbir zaman da olamayacağım. masumiyetin insanlarda uyandırdığı hiçbir çağrışımda yok adım, ben bir çocukken bile masum olamadım. halbuki dünyaya geldiğim gibiyim, yalnızca yalnız, en kötüsü de herkesten çok. ve şimdi tekrar imkansız hayalimde boğuyorum kendimi; kafamın içinde benimle yaşayan ve beni yargılamayan birilerinin olduğuna inanabilmeyi ve ona merhamet için yalvarabilmeyi düşlüyorum, bir anlam bulabileyim diye var oluşuma.



Perşembe

.

"Güneşim vardı, suya düştü. "

Cuma

bilgisayarımın ekranında yürüyen böceği imlecimle takip ediyorum. açtığım 7 dakikalık videoya katlanamadım ama fonda hala aynı adam konuşuyor. yarın da uyanacağım. belki büyük bir mutsuzluğa. ama belki de yatağımdan kalkacağım. bu arada beş gündür yatıyorum. bu süre içinde mezun oldum. gereksiz bir heyecan ve çeşitli merasimlerle. gözlerimi kapattığımda boşluğa düşüyorum. ve açıkken de. hiçbir şey fark etmiyor, dalga geçmiyorum, ben beş gündür yatıyorum. ellerimi cebimden çıkarırsam biri koltuk altlarımdan tutacakmış gibi güvensizim. insan toplulukları beni rahatsız ediyor. o kadar saçma bir haldeyim ki. afalladım. her şey bitmiş olsun, olmalı, aksine katlanamam.
kalkmak istiyorum yattığım yerden.

Cumartesi





Çarşamba


etrafımı tertemiz ve son derece net bir şekilde algılayabildiğim her saniyede hissettiğim o eksiklik, kafamın biraz olsun güzelleşmesine duyduğum o ihtiyaç ve bulanıklığa özlem.

ve bu şarkı.




Pazartesi

yok.

bir gün mutlaka, birinin sana yaptığı muameleyi, sen de bir başkasına yapacaksın. (belki aynı zaman dilimi içinde.)
günlerim böyle geçti. ben buna "bomboş" derim.
bütünün pek de büyük sayılmayan bir parçasının, yine bütüne oranla "önemsiz" denebilecek kadar ufak bir alanında, tükettiğin onca oksijene ve organik polimere karşın, ürettiğin karbondioksit, bok, bilmem ne belliyken, ölümden bunca korkmak niye? kendini önemli sanıyorsun. bütüne oranla, yoksun diyebiliriz. önemli değilsin.
ama tüm bunlara karşılık kafamın içinde kapladığın yere bakacak olursak; benim hayatımın bütününe oranla, yadsınamayacak derecede büyük bir alanda, tükettiğin günlerim ve ürettiğin boşluk belliyken, senin ölümünden korkabilirim. eğer ölürsen, hepsi boşa gider. ben yaktım onları. kimyasal olay.
ramak kalmıştı. korkularımdan sıyrılmama ramak kalmıştı. sonra bir baktım, tam orada duruyorsun. kafamın içinde. her gün, durmadan konuşuyoruz. bazen birlikte çay demliyoruz. benimlesin. nereye gidersem yanımda sen de varsın ve sana diyorum ki: bak, bunu görmüş müydün? adama bak. adamdaki laubaliliğe bak. işte en sevmediğim insan tipi. akşam bir arkadaşım bize gelecek. ben artık yalnız uyuyamıyorum. geçen duşta şöyle bir şarkı söylüyordum (dan dan darann dan dan daran), hatırlıyor musun neydi bu? baksana, bu sokaklar ne kadar güzel, böyle bir yerde yaşasak keşke, bu ses bu kadından çıkıyor olamaz, şu ablamız da haneke'nin bir filminde kasabanın rahibesini oynamışçasına, dikmiş gözlerini nasıl bakıyor bana, sana, o adamı sever misin?
sevmezsin, bilirim.