Salı

saat kaç?

"kızım saat beş, sabah oldu, delirdin mi sen?"


sanırım kendim için ağır bir konu seçmişim ama devam etmek istiyorum, şu an bunu okuyan biri varsa ondan rica ediyorum felsefik bir deneme beklentisi içine girmesin. ben basit bir insanım.
zaman benim için fiziki anlamı dışında sadece bir şekilde yanlış yaptığım eylemleri ifade ediyor. her zaman geç kalırım, vakti değildir, erken ayrılırım, çok beklerim. saatime bakarım, düşündüğüm gibidir: olması gerekenden farklı. hava güzelse otobüsten, gideceğim yere varmadan iner, biraz yürürüm. gideceğim yere geç kalırım. okula gittiğimde daha dersin başlamasına 45 dakika vardır, kahve alırım, kitap okurum, arkadaşlar gelmeye başlayınca onlarla dolanırım. derse geç kalırım. babamla buluşmamız gerekiyorsa onun belirlediği yeri biliyormuş gibi telefonu kapatırım, aslında ilk defa duyduğum bu yeri ararken kaybolurum. babamla buluşmaya geç kalırım.
bir şeylere ya da birilerine uyum sağlamak zorunda olmak, aklına estiği gibi davranmaktan zevk alan biri için gerçekten çok zor. normal birinden bahsediyorum; kendimden. küçükken hep sanki başka bir yerden gelmişim gibi davranır, etrafımdaki her şeye merakla bakar ve bunların açıklamasını bana yapan büyüklerim gibi bir gün buraya alışacağımı düşünürdüm. o kadar yıl geçti, alışamadım. sanki hala bana bir şeylerin öğretilmesine ihtiyacım var. gece banyo yapılmaz, sabaha karşı karar verilmez, sabah uykuya dalınmaz, akşamüstü okula gidilmez. ama oluyor işte, neden olmasın sevgili büyüklerim, neden? insanlar farkında değiller mi, kendi kurdukları dünyada yaşıyorlar ama bu o kadar da güzel bir kurgu değil. her şeylerini ona göre ayarlıyorlar, düzene dayandırmadan tek adım atmıyorlar. nereden geliyor bu güven? tamam, bir şeylere güvenmek zorunda olduklarını biliyorum, sözde soruydu. bir nokta, sabit bir nokta olmalı ve ona göre hareket etmeliyiz. belirlemeliyiz, bir şeyler belirlemeliyiz. yarın için bir sınav saati belirlemeliyiz, sonraki akşam yemeğe gideceğimiz için bir lokantadan rezervasyon yaptırmalıyız, sonrası için sinema biletlerini almalı, izlenecek filmlere ayrılacak zaman olarak geceyi seçmeliyiz. planlar yapmalıyız, insanların belirlediği zaman dilimlerinin hepsine başka bir aktivite giydirmeliyiz. halbuki ben sadece istediğimi yapmayı tercih ederdim; eğer bana sorulsaydı.

tired of lying in the sunshine staying home to watch the rain.
you are young and life is long and there is time to kill today.
and then one day you find ten years have got behind you.
no one told you when to run, you missed the starting gun.
tanıdık geldi mi? pink floyd dinlerken karşımda, şu ütopya'yı anlatan adam beliriyor. sanki biz onunla karşılıklı kahve içiyoruz, o bana düşüncelerinden bahsediyor. ben bir şeyler öğreniyorum. bazen kendimi hayalime fazla kaptırıp yaptığım şeyin sadece müzik dinlemek olduğunu unutuyorum. bazen yaptığım şeyin, sadece, görmüş geçirmiş birinin kafasının içinde gezinmek olduğunu zannediyorum. bazen ben gerçekten çok yaşamışım gibi hissediyorum. çok yaşamış olsaydım, başka bir gezegenden gelmiş gibi hissetmezdim. işin garibi, başka bir gezegenin kurallarına dair de hiçbir bilgim yok. anladığım tek şey; burada artık koşmak gerekiyor. mutlu eden şeylere ayrılacak vakit, uykudan kısılmalı. belki yemek yerken bile koşturmalıyım. mutlu olmak için birilerini mutsuz etmek zorundayım. ve bunu yaparken de acele etmeliyim. anladığım kadarıyla, hayat bu.
telaş. geleceğe dönüş serisini izlerken hep merak ettiğim bir şey vardı: bu insanlar o kadar telaşın ortasında her şeyi nasıl yoluna sokabiliyorlardı? ben doktorun yerinde olsaydım, telaştan ve korkudan marty'yi bile unuturdum, oturup ağlardım "şimdi ben ne yapacağım?" diye. ama bu benim, o da sadece film. acele benim için telaşı ve çöküntüyü getirir, bütün sınırlamalar gibi zaman sınırlaması da benim dikkatimi başka bir şeye vermemi engeller. mesela bu gece keyif içinde kahve içip film izledikten sonra duş alıp uyumak istiyorum. anneme göre sabahın beşinde duş alınmaz, ben delirdim mi?
hayır. sadece sabahın beşinde duş alıp uyumak istiyorum. 

Çarşamba



life is unfair, kill yourself or get over it.

Pazar

bana 8 dakika ver.


saçma şeyler oluyor. sabah sabah yıldızlar görüyorum

helele.

başlık bulamadım. aslında başlık kısmına "kırmızı" yazıp bunun kırmızı başlıklı kayıt olduğunu söylemek vardı ama dedim ki boş ver helele de hoş bir başlık.
diyorum ki evde işerken tuvaletin kapısını neden kapatır insan? neden dikmez sürahiyi kafasına? anlamıyorum otobüste pencere kenarı boşken diğer tarafa oturmakta ısrar edenleri, yolda müzik dinlemeyenleri, ergence ve sapıkça bir espri yapıldığında cıkcıklayanları, küfür edilince ciddi bir tavır içinde öksürenleri, hiç durup da bir sokak müzisyenini dinlememiş olanları, denizli bir yerde yaşayıp da öfkelenebilenleri... ki ben, denizli bir yerde yaşasaydım beni hiçbir güç karşısından alamazdı o denizin. deniz gibisi var mıdır? sessiz çekilir mi o yollar, peki ne yapacaksın pencere kenarını boş bırakıp, otobüsün gri tavanını mı izleyeceksin? seninki yaşamak değil amcacığım, sen de bir dön kendine bak dırdırcı teyzeciğim. eskiden yaşar mıydınız? tüm bunlar böyle olmasa yaşayabilir miydiniz?
müziğimiz yok mu? tam bu sırada arkada çalan şarkı lambaya püf de. burada kar yağıyor ve sınavlarım yaklaşıyor merkez. bu saatte çıkıp kardanadam yapacak cesaretim olmadığı için, artık kendimi de anlamıyorum.


hayat çok tuhaf. artık uzun yazılar yazmamalıyım.

Cuma

bilmiyorum.

bir şeyler yazmalıyım ama ne yazmam gerektiğini bilmiyorum. belki de resim çizmeliyim. sanırım oldukça normal; kendimi yalnız hissediyorum ve nedense şu an midem bulanıyor. evde yalnız olmak isterdim. çıkıp salon dolaylarında biraz dolaştıktan sonra odama girip balıklı rüzgar çanına boş boş bakardım, bir yarım saat kadar. al işte, annem gelip baklava isteyip istemediğimi sordu. baklavadan nefret ederim ve annem bunu bilir. sırf onunla konuşayım diye yapıyor. hadi bir merhaba de. istemiyorum. çok kabasın doğa. anne çıkarken odamın kapısını kapat. emredersiniz hanım efendi, başka emriniz? yok, gidebilirsin.
hayatımda insan istemiyorum. insanlardan sıkıldım, yoruldum, ne bileyim uzak durmak istiyorum işte.
dün akşam okuduğum kitaptan çok etkilendim. şimdi birileriyle konuşmaya ihtiyacım var ama kimsenin dinlemekten hoşlanmayacağını biliyorum. birileri ne dediğimi önemsemeden, benden cevap beklemeden lafımı kesip konuşmak isteyecek. işte bu yüzden yalnızım. hep dinletmek istiyorlar. hep rahatlamaya çalışıyorlar. benden bir şeyler almak değil, biriyle konuşmuş, birine içlerini dökmüş olmak umurlarında. çocukluklarını anlatıyorlar, sonra sevgilileriyle problemlerini, aileleriyle yaptıkları güzel diyalogları... hadi okudukları kitapları, izledikleri filmleri anlatsalar ya da sadece şarkılar üzerine konuşsalar neyse, seve seve dinlerim. ama insanların bana abartarak anlattıkları hayatları, sonra o şaşırmamı bekleyen suratları artık bende sadece tiksinti uyandırıyor. açıklamaya çalıştığım şey şu: "git başımdan umrumda değilsin" diyemediğim için, son derece yapmacık bir biçimde "hahaha süpermiş ee sonra ne oldu?" demek beni yoruyor.

yapmacık olmak beni yo-ru-yor. yoruyor! yüzüme yapıştırdığım o aptal gülümseme, yanımdakine bir türlü odaklayamadığım dikkatim, yanımdakinin aynı derecede yapmacık samimiyeti, etrafımdakilerin "kurtar beni" bakışlarımdan bir bok anlamadan geçip gidişi, üstüme üstüme gelen duvarlar, gözümü ayıramadığım kapı... hepsi, hepsi birleşip beni patlama noktasına getiriyor ve ben sonra içine kapanık dedikleri türden biri oluyorum. parmaklarımı sırayla masaya vurma hareketinden yapıyorum, anlarsınız ya. ben artık karşımdakini sıkma korkum olmadan anlatabilmek istiyorum fakat kendim de karşımdakinden çabucak sıkıldığım için aynı tepkiyi bekliyorum. belki de sıkılmıyorlardır. keşke sıkılmasalar. yani karşılıklı sıkılmasak. hep birbirimizi merak etsek, hep daha çok bilmek, daha çok dinlemek istesek.
öyle biri olsa keşke.

Çarşamba

okul deyince...

ya kardeşim, bizim okulda bir tuhaflık var. öğrencisi, hocası, havası falan bir değişik. soğuğu ayrı ilginç, sıcağı ayrı ilginç. kışın okulun içi dışarıdan daha soğuk. yazın otlak'ta oturalım iki lafın belini kıralım diyoruz, otlak dediğimiz çimenlik alanda birkaç sarı ottan başka bir şey yok. baharda zaten bahçe sevgililerin istilasına uğruyor, yalnızsan çök yere ağla. sınavdan sonra stres atalım diyoruz, bahçeye çıkıp biraz koşalım diyoruz; bıyıklı bir hocanın göbeğine çarpıyoruz: kızım napıyosun sen? hadi sınıfına. bir de her şey şansa bakıyor. denk gelmeyeceksin. istersen bütün gün okulun içinde boş boş gez. yalnız bir müdür yardımcısına yakalandın mı iş bitiyor. kaçarken de öyle. sürüyle çıkış yolu var fakat hepsinin ucunda "hoop hop nereye? izin kağıdın var mı?" deyip seni durduracak en az bir amca bekliyor. bazen işte onlar oralarda olmadığında, kimse görmeden elini kolunu sallaya sallaya çıkıp gidiyorsun: bunun adı "şans". müthiş ekşınlı bir olay.
ha bir de böyle deyişler var işte. gerçi sanırım bunlar bizim sınıfa özgü. ya da her sınıfın ayrı deyişleri var, bilemedim. dur dur şimdi bu konulara girmeyeyim. asıl bahsetmek istediğim konu; aşırı zeki öğrenciler.

ya kardeş herkes zeki bizim okulda. kimse çalışmaz ha. akşam evde bakamamıştır, misafir vardır ya da ne bileyim olmuştur işte bir şeyler. ondan önce de hiç bakamamıştır, vallahi şimdi bir yarım saat bakacaktır sadece. sonra sınav sonuçları açıklanır. bak burası güzel. ay hiç beklemiyordumlar havalarda uçuşur. ulan yarım saat çalışmayla mı çözdün o kadar soruyu diye soramazsın.
var ya, bu insanlar doğru söylüyorsa bile; yani gerçekten çalışmıyorlarsa ama işte mesela ilahi kuvvetlerce falan yönlendiriliyorlarsa ya da kopya uzmanı olmuşlarsa bile cidden inanasın gelmiyor. yani doğruysa da "evet gerçekten çalışmadan yüksek not alıyorsun dostum harikasın" diyesin gelmiyor. o "hadi bana ne kadar zeki olduğumu hatırlat" dercesine bakan gözleri yok mu, illa ezmek, moralini bozmak, "he öyledir he tabi" demek istiyor insan. ben bunu yapmıyorum tabi. çoğu zaman yorum yapmamayı seçiyorum. böylesi daha iyi.

özetle; okul tatmin edilmemiş egolarla dolu. of arkadaş, çalışıyorsun işte utanma. çalışmaktan utanılır mı? bence zeki olmaktan daha üstün bir özellik çalışkanlık. bir insanın sahip olabileceği en güzel özellik. çok çalıştığım halde elli alırsam üzülmem mesela. ben elimden geleni yaptım derim, ötesi var mı? ama gel gelelim bir günlük çalışmayla (dinlemediğim dersler için bana yetmeyen bir süre, evet) elli aldıysam oturur tembelliğime ağlarım. hatta biraz abartayım; asıl zekilik çalışkan olmakta bence. aklını kullanan çalışır, bu devirde böyle evlat (bu cümleyi, göbeğini sıvazlayan amcanın bariton sesiyle söylüyormuşum gibi hayal et).

ah, her neyse. söylemek için mezun olmayı beklediğim daha çok şey var. ha bir de şunu ilave etmek istiyorum: ben de sınavı kötü geçen öğrencilerdenim. ama ya iyi ya kötü alırım yani belli olmaz. yalnız sınavlarımın iyi geçtiğini kendime bile itiraf etmem çünkü hayal kırıklığı yaşamaktan korkarım. hep kötü beklerim. sonra bana sinir oluyor bazıları, ne yapayım, kaç alacağımı nereden bileyim ben? cık cık. bir de benim selam verme huyum yok, okulda bir bakıyorum millet deli gibi selamlaşıyor, yanından her geçene sırıtmalar, el sallamalar filan... ya bunlar bana göre işler değil, sonuçta aynı okuldayız hepimiz birbirimizi tanıyoruz, haftanın beş günü görüyoruz o stresten güzelleşmiş, pırıl pırıl yüzlerimizi. selamlaşmanın amacı "ben seni tanıyorum" mesajı vermekse, ben tanımadığım insanlara da selam veriyorum ve hepinizi tanıyorum canlarım. en fazla günaydın derim ona göre. burada da böyle içimi dökmüş olayım. yeterince dertliymişim. neyse, okul iyidir iyi.

Perşembe

herkes kaçacak.

bakın görün pislikler, hepimiz çekip gideceğiz ve burası sizin diyarınız olacak. arkamıza bakmayacağız. çok direneceğiz, zorlanacağız ama sonunda kurtulacağız buradan. bu, sizin için, bütün dünyanın tek bir cinsiyete ait olması gibi olacak. mesela, herkesin sadece erkek olması gibi. siz de tek bir insan tipi olarak, kendinizle baş başa kalacaksınız. biz dünyanın diğer her yerine dağılmış farklı farklı insanlarla mutluluk içinde yaşarken, siz hoş görüsüzlüğünüzü, öfkenizi, kurum onurunu insan hayatından daha yüce görmelerinizi alıp nerenize sokacağınıza karar veriyor olacaksınız.
ki nasıl oluyor da siz kendinizde, yaşadığımız yeri bize zindan etme hakkını bulabiliyorken biz son derece ezik bir şekilde size hiçbir karşılık vermeden buradan çekip gitmek zorunda kalıyoruz, benim aklım almıyor. biz sizin tamamen aptallık ürünü düşüncelerinizi şahsımıza hakaret saymazken, hatta sizin de haklı bir tarafınızı bulabilmek için hayata sizin gözlerinizle bakmaya çabalarken, hala sizin düşünceleriniz bize yanlış geliyorsa da "beni de ailem öyle yetiştirse ben de öyle olurdum" deyip sizi kendi gözümüzde haklı çıkarırken, ya siz, siz nasıl bitirebiliyorsunuz bizim hayatlarımızı?
siz, insanın diğer hayvanlardan üstün olduğunu söyleyip kendinizi yüceltirken, o ezdiğiniz "diğer hayvanlar"dan sizi ayırdığını düşündüğünüz her şeyden yoksun olduğunuzu gösteriyorsunuz ama göremiyorsunuz. farkındalık, bilinç, medeniyet yalan oluyor. sadece savunduğunuz düşüncenin yanlışlığını fark etmenizden doğan savunma mekanizmanızın gerektirdiklerini yaparak, düşüncenizi çürütenlere bir ceza vermeye çalışıyorsunuz. zaten, buranın sahipleri de sizin kafanızdan olduğu için, bu cezalandırma işlemi son derece kolayınıza geliyor. bize de sadece def olup gitmek kalıyor.
size sorsalar, "hoş görü lazım, bilim ve aklın önderliğinde düşünüyorum" falan filan dersiniz. dediklerinizi anlamıyorsunuz. bilim sizin için son derece önemiz. hoş görü ve siz, aynı cümle içinde olacaksanız bu cümle muhtemelen bir zıtlık belirtiyordur. kendinizi bir sorgulasanız anlarsınız. ha, pardon. siz sorgulamazdınız. siz rezil insanlardınız, doğru.
hiç "acaba haklı mı?" diye düşünmediniz. hiç.

Cumartesi

bir ağaçla arkadaş olun.



küçükken, bob ross söyledi diye ağaçlarla konuşmaya başlamıştım. trt2'de resim sevinci diye bir program vardı, kıvırcık saçlı amca kısa bir süre içinde harika resimler yapardı. inanamazdım. insanların yaptığı her güzel şeyin bende hayret uyandırdığı yıllardı. okumayı daha yeni sökmüştüm. babam saatleri, 12'yi 10 ve 2 diye bölüp çıkartarak hesaplamayı öğretmişti bir de. bob ross benim doğduğum yıl ölmüş aslında. ben bilmiyordum.
babam beni omzunda taşıyarak kreşe götürürdü. kreşi hiç sevmezdim. öğretmenin masasının altında oynamak için can atardım. ama buna izin vermiyorlardı. sürekli salyaları akan bir çocuk ve bir de dağıtılan bütün oyuncakları sahiplenen kurnaz bir kız vardı. kıza sinir olurdum. bir keresinde dört kutu oyuncak almıştı. ben bir kutu bile kapamazdım o hengamede. hengame dedim de, pazara gitmeyi hiç sevmezdim. hala nefret ederim pazarlardan. küçükken, arabada yalnız kalmamak için annemle babama eşlik ederdim. yürürken gözlerimi kapatıp başka bir yerde olduğumu hayal ederdim. pazarda her şey üstüme üstüme gelirdi. böyle huzursuz olduğum başka bir zaman hatırlamıyorum.
ama huzurlu olduğum bir zamanı hatırlıyorum. kar yağmıştı. dışarıda oynamayı sevmezdim aslında. yalnız kar yağınca ve biri çağırınca (bu ender olurdu) çıkardım. evin önünde bekleyen askerlerle sohbet ederdim. yine aynı şey olmuştu ama bu seferki asker benimle konuşmuyordu. ben de karın içinde kendi kendime yuvarlanmaya başladım. her tarafım sırılsıklam olana kadar, deli gibi eğlendim. sessizce oynuyordum ama asla sakince değil. kendimi hissedemediğim zaman eve gitmeye karar verdim. ağacıma o gün yaptıklarımı sessizce anlatıp eve girecektim. annemin bana kızacağını hissediyordum. çok uslu bir çocuk olduğum için hiç kızmazdı bana ve benden böyle bir şeyi de hiç beklemezdi. dışarıda uzun süre kalmama şaşıracaktı. şaşırdı da. benim de ne kadar üşüdüğümü anlamam için eve girmem gerekiyormuş zaten. annem eve geç gelmeme kızmadı. çok üşümeme, sırılsıklam olmama kızdı. hasta olacaktım. üstümdekileri çıkarıp annem görmeden annemle babamın kuru ve sıcak yatağına girdim. bahsettiğim huzur burada başlıyor. hiçbir şey bundan daha güzel olamazdı. sonra annem gelip huzurumu böldü. olsun.
insanlara karşı aşırı mesafeliydim. şu an sık sık kullandığım sevgi sözcükleri benim için ütopyadaki insanların dillerine doladıkları ve oradaki her şey gibi tuhaf bir biçimde hissedebildikleri, anlamını bildiğim ve annemle babama karşı hissedebildiğim halde kimseye söyleyemediğim laflardı. canım, anneciğim, babacığım, hayatım, seni seviyorum... ütopya neydi sahi?
büyüklerin yaşadığı yere ütopya denirdi. öyle demiyordum ama öyle düşünüyordum. onların deyimleri vardı. ben anlamazdım. bir türlü aklıma yatmazdı. bulutların üstünde yaşayan sakallı adama çok kızardım. hayır, o benim babam değildi! dedem de değildi işte, bana neydi, ben de bulutların üstünde yaşamak istiyordum! bir de ellerimizi yukarı doğru açınca bizi duyuyormuş. dua etmeyi öğrenmiştim bir yerlerden. annemle babam hiç karışmazdı. hiçbir şey öğretmemişlerdi bana bu konuda. ben hep sağdan soldan duyuyordum. ve gerçekten çok ama çok korkuyordum.
bob ross'un programı ya pazar ya da cumartesi günleri yayınlanırdı. babam bana gitar çalar, şarkı söylerdi. bir keresinde eve kedi girmişti. salonda televizyon izliyorduk ve birden annemin üstüne atladı. sanırım kedileri bundan sevmiyorum. anneme ya da babama zarar veren her şeye nefretle, tiksintiyle bakarım. kendimi bildim bileli bu böyledir. farkında olmadan geliştirdiğim bağlılık şimdilerde etkisini daha çok gösteriyor.
ben dokuz yaşındayken ayrıldıklarında hiç üzülmemiştim. düşünürken, öndeki iki dişimin arasından dilimi geçirirdim. ayrılmaları yararıma olacaktı. artık kimse kavga etmeyecekti. artık hep birlikte pikniğe gidip tavşanlarla oynamayacaktık ama olsun. babam yine aynı babam, annem yine aynı annemdi. sadece biraz daha mutlu. dilimi dişlerimin arasından çıkarıp gülümsedim. hayır, hiç üzülmemiştim.
çok az kişi annesini yalnız görmüştür. ve babasını da. çocuksa anlamaz. ben de anlamamıştım. ilgilendiğim yoktu ki, bisiklete binmeyi öğreniyordum ben. bir de çişim geldiğinde denize yapmayıp tuvalete gitmeyi. denizli bir yerde yaşamıyorduk, onlar yazın ayrılmışlardı ve biz annemle tatile gitmiştik. sonra, ev bulana kadar dayımlarda kaldık. bu süre içinden, babamla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. anneme de pek dikkat etmiyordum, küçük kuzenimle oynuyorduk hep. nereden fark edeyim onların yalnızlıklarını ben.
yalnız, bir ev bulduğumuz zamanı hatırlıyorum. ekran buğulandı şimdi, sanırım anlatamayacağım. huzurlu bir ev bulmanın, eksik bir aile olmanın, boş bulunan ilk yerde uyumanın, hayata yeniden tutunan bir annenin ne demek olduğunu asla, kimseye anlatamayacağım. kaç kişi doğru söylüyordur "sen benim yaşama sebebimsin" derken birilerine? kaç kişi gerçekten yaşamak için sebep bulamayacak duruma gelmiştir? kimler dönmüştür hiçliğin sınırından?
peki, şahit olan var mıdır en sevdiklerinin sönüşüne ve sonra tekrar hayata dönüşüne? şahit olduğundan sonradan haberi olan var mıdır? cevabını bildiği sorular sorabilir insan, ama anlatamam dedim ya, anlatamam ben o zamanları. deniyorum olmuyor. zaten büyüyünce onlardan da dinleyecekmişim her şeyi. sonra düşünmemeye çalıştığım onca şeyin arasına koyacakmışım çocukluğumu da. bazen bir ağlama geliyor. odamın penceresinden gördüğüm bir ağaç var burada. şimdi onunla konuşuyorum. ah, bob ross. yeni evim. yeni ağacım. yeni dişlerim. yeni bağlılıklarım.