küçükken, bob ross söyledi diye ağaçlarla konuşmaya başlamıştım. trt2'de resim sevinci diye bir program vardı, kıvırcık saçlı amca kısa bir süre içinde harika resimler yapardı. inanamazdım. insanların yaptığı her güzel şeyin bende hayret uyandırdığı yıllardı. okumayı daha yeni sökmüştüm. babam saatleri, 12'yi 10 ve 2 diye bölüp çıkartarak hesaplamayı öğretmişti bir de. bob ross benim doğduğum yıl ölmüş aslında. ben bilmiyordum.
babam beni omzunda taşıyarak kreşe götürürdü. kreşi hiç sevmezdim. öğretmenin masasının altında oynamak için can atardım. ama buna izin vermiyorlardı. sürekli salyaları akan bir çocuk ve bir de dağıtılan bütün oyuncakları sahiplenen kurnaz bir kız vardı. kıza sinir olurdum. bir keresinde dört kutu oyuncak almıştı. ben bir kutu bile kapamazdım o hengamede. hengame dedim de, pazara gitmeyi hiç sevmezdim. hala nefret ederim pazarlardan. küçükken, arabada yalnız kalmamak için annemle babama eşlik ederdim. yürürken gözlerimi kapatıp başka bir yerde olduğumu hayal ederdim. pazarda her şey üstüme üstüme gelirdi. böyle huzursuz olduğum başka bir zaman hatırlamıyorum.
ama huzurlu olduğum bir zamanı hatırlıyorum. kar yağmıştı. dışarıda oynamayı sevmezdim aslında. yalnız kar yağınca ve biri çağırınca (bu ender olurdu) çıkardım. evin önünde bekleyen askerlerle sohbet ederdim. yine aynı şey olmuştu ama bu seferki asker benimle konuşmuyordu. ben de karın içinde kendi kendime yuvarlanmaya başladım. her tarafım sırılsıklam olana kadar, deli gibi eğlendim. sessizce oynuyordum ama asla sakince değil. kendimi hissedemediğim zaman eve gitmeye karar verdim. ağacıma o gün yaptıklarımı sessizce anlatıp eve girecektim. annemin bana kızacağını hissediyordum. çok uslu bir çocuk olduğum için hiç kızmazdı bana ve benden böyle bir şeyi de hiç beklemezdi. dışarıda uzun süre kalmama şaşıracaktı. şaşırdı da. benim de ne kadar üşüdüğümü anlamam için eve girmem gerekiyormuş zaten. annem eve geç gelmeme kızmadı. çok üşümeme, sırılsıklam olmama kızdı. hasta olacaktım. üstümdekileri çıkarıp annem görmeden annemle babamın kuru ve sıcak yatağına girdim. bahsettiğim huzur burada başlıyor. hiçbir şey bundan daha güzel olamazdı. sonra annem gelip huzurumu böldü. olsun.
insanlara karşı aşırı mesafeliydim. şu an sık sık kullandığım sevgi sözcükleri benim için ütopyadaki insanların dillerine doladıkları ve oradaki her şey gibi tuhaf bir biçimde hissedebildikleri, anlamını bildiğim ve annemle babama karşı hissedebildiğim halde kimseye söyleyemediğim laflardı. canım, anneciğim, babacığım, hayatım, seni seviyorum... ütopya neydi sahi?
büyüklerin yaşadığı yere ütopya denirdi. öyle demiyordum ama öyle düşünüyordum. onların deyimleri vardı. ben anlamazdım. bir türlü aklıma yatmazdı. bulutların üstünde yaşayan sakallı adama çok kızardım. hayır, o benim babam değildi! dedem de değildi işte, bana neydi, ben de bulutların üstünde yaşamak istiyordum! bir de ellerimizi yukarı doğru açınca bizi duyuyormuş. dua etmeyi öğrenmiştim bir yerlerden. annemle babam hiç karışmazdı. hiçbir şey öğretmemişlerdi bana bu konuda. ben hep sağdan soldan duyuyordum. ve gerçekten çok ama çok korkuyordum.
bob ross'un programı ya pazar ya da cumartesi günleri yayınlanırdı. babam bana gitar çalar, şarkı söylerdi. bir keresinde eve kedi girmişti. salonda televizyon izliyorduk ve birden annemin üstüne atladı. sanırım kedileri bundan sevmiyorum. anneme ya da babama zarar veren her şeye nefretle, tiksintiyle bakarım. kendimi bildim bileli bu böyledir. farkında olmadan geliştirdiğim bağlılık şimdilerde etkisini daha çok gösteriyor.
ben dokuz yaşındayken ayrıldıklarında hiç üzülmemiştim. düşünürken, öndeki iki dişimin arasından dilimi geçirirdim. ayrılmaları yararıma olacaktı. artık kimse kavga etmeyecekti. artık hep birlikte pikniğe gidip tavşanlarla oynamayacaktık ama olsun. babam yine aynı babam, annem yine aynı annemdi. sadece biraz daha mutlu. dilimi dişlerimin arasından çıkarıp gülümsedim. hayır, hiç üzülmemiştim.
çok az kişi annesini yalnız görmüştür. ve babasını da. çocuksa anlamaz. ben de anlamamıştım. ilgilendiğim yoktu ki, bisiklete binmeyi öğreniyordum ben. bir de çişim geldiğinde denize yapmayıp tuvalete gitmeyi. denizli bir yerde yaşamıyorduk, onlar yazın ayrılmışlardı ve biz annemle tatile gitmiştik. sonra, ev bulana kadar dayımlarda kaldık. bu süre içinden, babamla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. anneme de pek dikkat etmiyordum, küçük kuzenimle oynuyorduk hep. nereden fark edeyim onların yalnızlıklarını ben.
yalnız, bir ev bulduğumuz zamanı hatırlıyorum. ekran buğulandı şimdi, sanırım anlatamayacağım. huzurlu bir ev bulmanın, eksik bir aile olmanın, boş bulunan ilk yerde uyumanın, hayata yeniden tutunan bir annenin ne demek olduğunu asla, kimseye anlatamayacağım. kaç kişi doğru söylüyordur "sen benim yaşama sebebimsin" derken birilerine? kaç kişi gerçekten yaşamak için sebep bulamayacak duruma gelmiştir? kimler dönmüştür hiçliğin sınırından?
peki, şahit olan var mıdır en sevdiklerinin sönüşüne ve sonra tekrar hayata dönüşüne? şahit olduğundan sonradan haberi olan var mıdır? cevabını bildiği sorular sorabilir insan, ama anlatamam dedim ya, anlatamam ben o zamanları. deniyorum olmuyor. zaten büyüyünce onlardan da dinleyecekmişim her şeyi. sonra düşünmemeye çalıştığım onca şeyin arasına koyacakmışım çocukluğumu da. bazen bir ağlama geliyor. odamın penceresinden gördüğüm bir ağaç var burada. şimdi onunla konuşuyorum. ah, bob ross. yeni evim. yeni ağacım. yeni dişlerim. yeni bağlılıklarım.
peki, şahit olan var mıdır en sevdiklerinin sönüşüne ve sonra tekrar hayata dönüşüne? şahit olduğundan sonradan haberi olan var mıdır? cevabını bildiği sorular sorabilir insan, ama anlatamam dedim ya, anlatamam ben o zamanları. deniyorum olmuyor. zaten büyüyünce onlardan da dinleyecekmişim her şeyi. sonra düşünmemeye çalıştığım onca şeyin arasına koyacakmışım çocukluğumu da. bazen bir ağlama geliyor. odamın penceresinden gördüğüm bir ağaç var burada. şimdi onunla konuşuyorum. ah, bob ross. yeni evim. yeni ağacım. yeni dişlerim. yeni bağlılıklarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder