Pazar

helele.

başlık bulamadım. aslında başlık kısmına "kırmızı" yazıp bunun kırmızı başlıklı kayıt olduğunu söylemek vardı ama dedim ki boş ver helele de hoş bir başlık.
diyorum ki evde işerken tuvaletin kapısını neden kapatır insan? neden dikmez sürahiyi kafasına? anlamıyorum otobüste pencere kenarı boşken diğer tarafa oturmakta ısrar edenleri, yolda müzik dinlemeyenleri, ergence ve sapıkça bir espri yapıldığında cıkcıklayanları, küfür edilince ciddi bir tavır içinde öksürenleri, hiç durup da bir sokak müzisyenini dinlememiş olanları, denizli bir yerde yaşayıp da öfkelenebilenleri... ki ben, denizli bir yerde yaşasaydım beni hiçbir güç karşısından alamazdı o denizin. deniz gibisi var mıdır? sessiz çekilir mi o yollar, peki ne yapacaksın pencere kenarını boş bırakıp, otobüsün gri tavanını mı izleyeceksin? seninki yaşamak değil amcacığım, sen de bir dön kendine bak dırdırcı teyzeciğim. eskiden yaşar mıydınız? tüm bunlar böyle olmasa yaşayabilir miydiniz?
müziğimiz yok mu? tam bu sırada arkada çalan şarkı lambaya püf de. burada kar yağıyor ve sınavlarım yaklaşıyor merkez. bu saatte çıkıp kardanadam yapacak cesaretim olmadığı için, artık kendimi de anlamıyorum.


hayat çok tuhaf. artık uzun yazılar yazmamalıyım.

Cuma

bilmiyorum.

bir şeyler yazmalıyım ama ne yazmam gerektiğini bilmiyorum. belki de resim çizmeliyim. sanırım oldukça normal; kendimi yalnız hissediyorum ve nedense şu an midem bulanıyor. evde yalnız olmak isterdim. çıkıp salon dolaylarında biraz dolaştıktan sonra odama girip balıklı rüzgar çanına boş boş bakardım, bir yarım saat kadar. al işte, annem gelip baklava isteyip istemediğimi sordu. baklavadan nefret ederim ve annem bunu bilir. sırf onunla konuşayım diye yapıyor. hadi bir merhaba de. istemiyorum. çok kabasın doğa. anne çıkarken odamın kapısını kapat. emredersiniz hanım efendi, başka emriniz? yok, gidebilirsin.
hayatımda insan istemiyorum. insanlardan sıkıldım, yoruldum, ne bileyim uzak durmak istiyorum işte.
dün akşam okuduğum kitaptan çok etkilendim. şimdi birileriyle konuşmaya ihtiyacım var ama kimsenin dinlemekten hoşlanmayacağını biliyorum. birileri ne dediğimi önemsemeden, benden cevap beklemeden lafımı kesip konuşmak isteyecek. işte bu yüzden yalnızım. hep dinletmek istiyorlar. hep rahatlamaya çalışıyorlar. benden bir şeyler almak değil, biriyle konuşmuş, birine içlerini dökmüş olmak umurlarında. çocukluklarını anlatıyorlar, sonra sevgilileriyle problemlerini, aileleriyle yaptıkları güzel diyalogları... hadi okudukları kitapları, izledikleri filmleri anlatsalar ya da sadece şarkılar üzerine konuşsalar neyse, seve seve dinlerim. ama insanların bana abartarak anlattıkları hayatları, sonra o şaşırmamı bekleyen suratları artık bende sadece tiksinti uyandırıyor. açıklamaya çalıştığım şey şu: "git başımdan umrumda değilsin" diyemediğim için, son derece yapmacık bir biçimde "hahaha süpermiş ee sonra ne oldu?" demek beni yoruyor.

yapmacık olmak beni yo-ru-yor. yoruyor! yüzüme yapıştırdığım o aptal gülümseme, yanımdakine bir türlü odaklayamadığım dikkatim, yanımdakinin aynı derecede yapmacık samimiyeti, etrafımdakilerin "kurtar beni" bakışlarımdan bir bok anlamadan geçip gidişi, üstüme üstüme gelen duvarlar, gözümü ayıramadığım kapı... hepsi, hepsi birleşip beni patlama noktasına getiriyor ve ben sonra içine kapanık dedikleri türden biri oluyorum. parmaklarımı sırayla masaya vurma hareketinden yapıyorum, anlarsınız ya. ben artık karşımdakini sıkma korkum olmadan anlatabilmek istiyorum fakat kendim de karşımdakinden çabucak sıkıldığım için aynı tepkiyi bekliyorum. belki de sıkılmıyorlardır. keşke sıkılmasalar. yani karşılıklı sıkılmasak. hep birbirimizi merak etsek, hep daha çok bilmek, daha çok dinlemek istesek.
öyle biri olsa keşke.

Çarşamba

okul deyince...

ya kardeşim, bizim okulda bir tuhaflık var. öğrencisi, hocası, havası falan bir değişik. soğuğu ayrı ilginç, sıcağı ayrı ilginç. kışın okulun içi dışarıdan daha soğuk. yazın otlak'ta oturalım iki lafın belini kıralım diyoruz, otlak dediğimiz çimenlik alanda birkaç sarı ottan başka bir şey yok. baharda zaten bahçe sevgililerin istilasına uğruyor, yalnızsan çök yere ağla. sınavdan sonra stres atalım diyoruz, bahçeye çıkıp biraz koşalım diyoruz; bıyıklı bir hocanın göbeğine çarpıyoruz: kızım napıyosun sen? hadi sınıfına. bir de her şey şansa bakıyor. denk gelmeyeceksin. istersen bütün gün okulun içinde boş boş gez. yalnız bir müdür yardımcısına yakalandın mı iş bitiyor. kaçarken de öyle. sürüyle çıkış yolu var fakat hepsinin ucunda "hoop hop nereye? izin kağıdın var mı?" deyip seni durduracak en az bir amca bekliyor. bazen işte onlar oralarda olmadığında, kimse görmeden elini kolunu sallaya sallaya çıkıp gidiyorsun: bunun adı "şans". müthiş ekşınlı bir olay.
ha bir de böyle deyişler var işte. gerçi sanırım bunlar bizim sınıfa özgü. ya da her sınıfın ayrı deyişleri var, bilemedim. dur dur şimdi bu konulara girmeyeyim. asıl bahsetmek istediğim konu; aşırı zeki öğrenciler.

ya kardeş herkes zeki bizim okulda. kimse çalışmaz ha. akşam evde bakamamıştır, misafir vardır ya da ne bileyim olmuştur işte bir şeyler. ondan önce de hiç bakamamıştır, vallahi şimdi bir yarım saat bakacaktır sadece. sonra sınav sonuçları açıklanır. bak burası güzel. ay hiç beklemiyordumlar havalarda uçuşur. ulan yarım saat çalışmayla mı çözdün o kadar soruyu diye soramazsın.
var ya, bu insanlar doğru söylüyorsa bile; yani gerçekten çalışmıyorlarsa ama işte mesela ilahi kuvvetlerce falan yönlendiriliyorlarsa ya da kopya uzmanı olmuşlarsa bile cidden inanasın gelmiyor. yani doğruysa da "evet gerçekten çalışmadan yüksek not alıyorsun dostum harikasın" diyesin gelmiyor. o "hadi bana ne kadar zeki olduğumu hatırlat" dercesine bakan gözleri yok mu, illa ezmek, moralini bozmak, "he öyledir he tabi" demek istiyor insan. ben bunu yapmıyorum tabi. çoğu zaman yorum yapmamayı seçiyorum. böylesi daha iyi.

özetle; okul tatmin edilmemiş egolarla dolu. of arkadaş, çalışıyorsun işte utanma. çalışmaktan utanılır mı? bence zeki olmaktan daha üstün bir özellik çalışkanlık. bir insanın sahip olabileceği en güzel özellik. çok çalıştığım halde elli alırsam üzülmem mesela. ben elimden geleni yaptım derim, ötesi var mı? ama gel gelelim bir günlük çalışmayla (dinlemediğim dersler için bana yetmeyen bir süre, evet) elli aldıysam oturur tembelliğime ağlarım. hatta biraz abartayım; asıl zekilik çalışkan olmakta bence. aklını kullanan çalışır, bu devirde böyle evlat (bu cümleyi, göbeğini sıvazlayan amcanın bariton sesiyle söylüyormuşum gibi hayal et).

ah, her neyse. söylemek için mezun olmayı beklediğim daha çok şey var. ha bir de şunu ilave etmek istiyorum: ben de sınavı kötü geçen öğrencilerdenim. ama ya iyi ya kötü alırım yani belli olmaz. yalnız sınavlarımın iyi geçtiğini kendime bile itiraf etmem çünkü hayal kırıklığı yaşamaktan korkarım. hep kötü beklerim. sonra bana sinir oluyor bazıları, ne yapayım, kaç alacağımı nereden bileyim ben? cık cık. bir de benim selam verme huyum yok, okulda bir bakıyorum millet deli gibi selamlaşıyor, yanından her geçene sırıtmalar, el sallamalar filan... ya bunlar bana göre işler değil, sonuçta aynı okuldayız hepimiz birbirimizi tanıyoruz, haftanın beş günü görüyoruz o stresten güzelleşmiş, pırıl pırıl yüzlerimizi. selamlaşmanın amacı "ben seni tanıyorum" mesajı vermekse, ben tanımadığım insanlara da selam veriyorum ve hepinizi tanıyorum canlarım. en fazla günaydın derim ona göre. burada da böyle içimi dökmüş olayım. yeterince dertliymişim. neyse, okul iyidir iyi.

Perşembe

herkes kaçacak.

bakın görün pislikler, hepimiz çekip gideceğiz ve burası sizin diyarınız olacak. arkamıza bakmayacağız. çok direneceğiz, zorlanacağız ama sonunda kurtulacağız buradan. bu, sizin için, bütün dünyanın tek bir cinsiyete ait olması gibi olacak. mesela, herkesin sadece erkek olması gibi. siz de tek bir insan tipi olarak, kendinizle baş başa kalacaksınız. biz dünyanın diğer her yerine dağılmış farklı farklı insanlarla mutluluk içinde yaşarken, siz hoş görüsüzlüğünüzü, öfkenizi, kurum onurunu insan hayatından daha yüce görmelerinizi alıp nerenize sokacağınıza karar veriyor olacaksınız.
ki nasıl oluyor da siz kendinizde, yaşadığımız yeri bize zindan etme hakkını bulabiliyorken biz son derece ezik bir şekilde size hiçbir karşılık vermeden buradan çekip gitmek zorunda kalıyoruz, benim aklım almıyor. biz sizin tamamen aptallık ürünü düşüncelerinizi şahsımıza hakaret saymazken, hatta sizin de haklı bir tarafınızı bulabilmek için hayata sizin gözlerinizle bakmaya çabalarken, hala sizin düşünceleriniz bize yanlış geliyorsa da "beni de ailem öyle yetiştirse ben de öyle olurdum" deyip sizi kendi gözümüzde haklı çıkarırken, ya siz, siz nasıl bitirebiliyorsunuz bizim hayatlarımızı?
siz, insanın diğer hayvanlardan üstün olduğunu söyleyip kendinizi yüceltirken, o ezdiğiniz "diğer hayvanlar"dan sizi ayırdığını düşündüğünüz her şeyden yoksun olduğunuzu gösteriyorsunuz ama göremiyorsunuz. farkındalık, bilinç, medeniyet yalan oluyor. sadece savunduğunuz düşüncenin yanlışlığını fark etmenizden doğan savunma mekanizmanızın gerektirdiklerini yaparak, düşüncenizi çürütenlere bir ceza vermeye çalışıyorsunuz. zaten, buranın sahipleri de sizin kafanızdan olduğu için, bu cezalandırma işlemi son derece kolayınıza geliyor. bize de sadece def olup gitmek kalıyor.
size sorsalar, "hoş görü lazım, bilim ve aklın önderliğinde düşünüyorum" falan filan dersiniz. dediklerinizi anlamıyorsunuz. bilim sizin için son derece önemiz. hoş görü ve siz, aynı cümle içinde olacaksanız bu cümle muhtemelen bir zıtlık belirtiyordur. kendinizi bir sorgulasanız anlarsınız. ha, pardon. siz sorgulamazdınız. siz rezil insanlardınız, doğru.
hiç "acaba haklı mı?" diye düşünmediniz. hiç.

Cumartesi

bir ağaçla arkadaş olun.



küçükken, bob ross söyledi diye ağaçlarla konuşmaya başlamıştım. trt2'de resim sevinci diye bir program vardı, kıvırcık saçlı amca kısa bir süre içinde harika resimler yapardı. inanamazdım. insanların yaptığı her güzel şeyin bende hayret uyandırdığı yıllardı. okumayı daha yeni sökmüştüm. babam saatleri, 12'yi 10 ve 2 diye bölüp çıkartarak hesaplamayı öğretmişti bir de. bob ross benim doğduğum yıl ölmüş aslında. ben bilmiyordum.
babam beni omzunda taşıyarak kreşe götürürdü. kreşi hiç sevmezdim. öğretmenin masasının altında oynamak için can atardım. ama buna izin vermiyorlardı. sürekli salyaları akan bir çocuk ve bir de dağıtılan bütün oyuncakları sahiplenen kurnaz bir kız vardı. kıza sinir olurdum. bir keresinde dört kutu oyuncak almıştı. ben bir kutu bile kapamazdım o hengamede. hengame dedim de, pazara gitmeyi hiç sevmezdim. hala nefret ederim pazarlardan. küçükken, arabada yalnız kalmamak için annemle babama eşlik ederdim. yürürken gözlerimi kapatıp başka bir yerde olduğumu hayal ederdim. pazarda her şey üstüme üstüme gelirdi. böyle huzursuz olduğum başka bir zaman hatırlamıyorum.
ama huzurlu olduğum bir zamanı hatırlıyorum. kar yağmıştı. dışarıda oynamayı sevmezdim aslında. yalnız kar yağınca ve biri çağırınca (bu ender olurdu) çıkardım. evin önünde bekleyen askerlerle sohbet ederdim. yine aynı şey olmuştu ama bu seferki asker benimle konuşmuyordu. ben de karın içinde kendi kendime yuvarlanmaya başladım. her tarafım sırılsıklam olana kadar, deli gibi eğlendim. sessizce oynuyordum ama asla sakince değil. kendimi hissedemediğim zaman eve gitmeye karar verdim. ağacıma o gün yaptıklarımı sessizce anlatıp eve girecektim. annemin bana kızacağını hissediyordum. çok uslu bir çocuk olduğum için hiç kızmazdı bana ve benden böyle bir şeyi de hiç beklemezdi. dışarıda uzun süre kalmama şaşıracaktı. şaşırdı da. benim de ne kadar üşüdüğümü anlamam için eve girmem gerekiyormuş zaten. annem eve geç gelmeme kızmadı. çok üşümeme, sırılsıklam olmama kızdı. hasta olacaktım. üstümdekileri çıkarıp annem görmeden annemle babamın kuru ve sıcak yatağına girdim. bahsettiğim huzur burada başlıyor. hiçbir şey bundan daha güzel olamazdı. sonra annem gelip huzurumu böldü. olsun.
insanlara karşı aşırı mesafeliydim. şu an sık sık kullandığım sevgi sözcükleri benim için ütopyadaki insanların dillerine doladıkları ve oradaki her şey gibi tuhaf bir biçimde hissedebildikleri, anlamını bildiğim ve annemle babama karşı hissedebildiğim halde kimseye söyleyemediğim laflardı. canım, anneciğim, babacığım, hayatım, seni seviyorum... ütopya neydi sahi?
büyüklerin yaşadığı yere ütopya denirdi. öyle demiyordum ama öyle düşünüyordum. onların deyimleri vardı. ben anlamazdım. bir türlü aklıma yatmazdı. bulutların üstünde yaşayan sakallı adama çok kızardım. hayır, o benim babam değildi! dedem de değildi işte, bana neydi, ben de bulutların üstünde yaşamak istiyordum! bir de ellerimizi yukarı doğru açınca bizi duyuyormuş. dua etmeyi öğrenmiştim bir yerlerden. annemle babam hiç karışmazdı. hiçbir şey öğretmemişlerdi bana bu konuda. ben hep sağdan soldan duyuyordum. ve gerçekten çok ama çok korkuyordum.
bob ross'un programı ya pazar ya da cumartesi günleri yayınlanırdı. babam bana gitar çalar, şarkı söylerdi. bir keresinde eve kedi girmişti. salonda televizyon izliyorduk ve birden annemin üstüne atladı. sanırım kedileri bundan sevmiyorum. anneme ya da babama zarar veren her şeye nefretle, tiksintiyle bakarım. kendimi bildim bileli bu böyledir. farkında olmadan geliştirdiğim bağlılık şimdilerde etkisini daha çok gösteriyor.
ben dokuz yaşındayken ayrıldıklarında hiç üzülmemiştim. düşünürken, öndeki iki dişimin arasından dilimi geçirirdim. ayrılmaları yararıma olacaktı. artık kimse kavga etmeyecekti. artık hep birlikte pikniğe gidip tavşanlarla oynamayacaktık ama olsun. babam yine aynı babam, annem yine aynı annemdi. sadece biraz daha mutlu. dilimi dişlerimin arasından çıkarıp gülümsedim. hayır, hiç üzülmemiştim.
çok az kişi annesini yalnız görmüştür. ve babasını da. çocuksa anlamaz. ben de anlamamıştım. ilgilendiğim yoktu ki, bisiklete binmeyi öğreniyordum ben. bir de çişim geldiğinde denize yapmayıp tuvalete gitmeyi. denizli bir yerde yaşamıyorduk, onlar yazın ayrılmışlardı ve biz annemle tatile gitmiştik. sonra, ev bulana kadar dayımlarda kaldık. bu süre içinden, babamla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. anneme de pek dikkat etmiyordum, küçük kuzenimle oynuyorduk hep. nereden fark edeyim onların yalnızlıklarını ben.
yalnız, bir ev bulduğumuz zamanı hatırlıyorum. ekran buğulandı şimdi, sanırım anlatamayacağım. huzurlu bir ev bulmanın, eksik bir aile olmanın, boş bulunan ilk yerde uyumanın, hayata yeniden tutunan bir annenin ne demek olduğunu asla, kimseye anlatamayacağım. kaç kişi doğru söylüyordur "sen benim yaşama sebebimsin" derken birilerine? kaç kişi gerçekten yaşamak için sebep bulamayacak duruma gelmiştir? kimler dönmüştür hiçliğin sınırından?
peki, şahit olan var mıdır en sevdiklerinin sönüşüne ve sonra tekrar hayata dönüşüne? şahit olduğundan sonradan haberi olan var mıdır? cevabını bildiği sorular sorabilir insan, ama anlatamam dedim ya, anlatamam ben o zamanları. deniyorum olmuyor. zaten büyüyünce onlardan da dinleyecekmişim her şeyi. sonra düşünmemeye çalıştığım onca şeyin arasına koyacakmışım çocukluğumu da. bazen bir ağlama geliyor. odamın penceresinden gördüğüm bir ağaç var burada. şimdi onunla konuşuyorum. ah, bob ross. yeni evim. yeni ağacım. yeni dişlerim. yeni bağlılıklarım.

Pazar

"mantıklılık" yalanı.

"ben duygularımla değil mantığımla hareket ederim."

hmm, tabi öyle yapıyorsundur. herkes öyledir ya da öyle olmak için çaba harcar. çünkü herkes duygusallığı güçsüzlük sayıyor. herkes, insanların duygularını uyarıp bundan yarar sağlamaya çalışıyor. herkes.

eğer gerçekten mantıklı olsaydınız, sevgili mantık abideleri, kendinizi zeki göstermek için bu kadar çaba harcamazdınız. insanlar, gerçekten içlerinden gelerek üzülürken siz "hadi hadi amma da abarttın sulugöz" demezdiniz. mantıklı düşünüp, sizin böyle demenizin o kişi için değiştirdiği tek şeyin, sizin tam bir aptal olduğunuza olan kanaatinin güçlenmesi olduğunu anlayabilir ve sesinizi kesebilirdiniz. emin olun o an odanın içinde vızıldayan bir sinekten tek farkınız, sinek değil insan olmanız.

ki insan hayatı sizin sandığınız kadar değersiz değil. dünyanın neresinde olursa olsun, kimin başına gelirse gelsin; ölüm bir "ceza" olamaz. inanın ya da inanmayın; buna siz karar veremezsiniz. siz kimseyi anlamıyorsunuz ve ben de sizi anlamıyorum. "hiç ağlamadım" derken ne kadar da muhteşemsiniz öyle! hiç ağlamamak ne kadar güzel bir davranış, herkes sizin gibi olmak istiyor, idolsünüz. alkışlıyorum. gülerek.

dünyanın neresinde olursa olsun, hayat değerlidir. tür ayrımcılığından hoşlanmam ama insan hayatına ayrı bir değer vermek çok da kötü bir şey değil. bencilliğin akıllılık olduğu günleri yaşıyoruz, asıl kötü olan bu değil mi? kimse kendisiyle hesaplaşmaya yanaşmıyor. "abla mendil ister misin?"i duymazdan gelirken hiç "ne yapabilirim ben şimdi?" demiyorum. sadece "yazık çocuğa" diyorum. servisin camından bana küfür eden kıza sırıtıyorum, neden küfür ettiğini merak etmiyorum. birine söylediklerim ve bu sırada düşündüklerim arasındaki farkı hiç sorgulamıyorum. kendimi değersiz hissettiğimde sadece birilerinin benden daha değersiz olduğunu bilme ihtiyacı içine giriyorum.

değersizlik. sınıftaki herkesin çözdüğü bir soruyu çözemeyince kendimi değersiz hissediyorum ben! kendimi bir yere ya da yaratıcıya ait hissetmediğimi söylediğimde beni değersiz olarak görüyor karşımdaki. ne kadar ilginç değil mi, insanlar birbirlerine değer biçiyorlar! ne kadar saçma, değil mi?

duygular. duygusallık güçsüzlük değildir. sadece doğallıktır. okulda bize saatlerce beyin göçünün zararlarından, bu millete, bu ülkeye yararlı olmamız gerektiğinden, ne yapıyorsak bu toplum için yapmamız gerektiğinden bahsederler. normal şartlar altında düşüncen ne olursa olsun, bir an için gaza gelirsin. duygularına hakim olamazsın, "asla gitmeyeceğim" dersin, heyecanlanırsın. canın ders çalışmak ister. bir an için. duygularını kullanıyorlar, beynini yıkıyorlar. gazetelerde, televizyonda sürekli karşımıza çıkan, yerde kanlar içinde yatan insan fotoğrafları; harabeye dönmüş, yıkık dökük evlerin ortasında ağlayan incecik çocuklar; ağlayan anneler... bunları görmesen hissedemez misin? onları duymasan çalışmak istemez misin? tanrıya gelelim, inanmasan, hani hiç cezalandırılmayacağını bilsen, pisliğin teki mi olursun? söyle bana, bunlara ihtiyacın var mı gerçekten?

bence yok. sadece kullanılıyorsun. keşke bunu anlamak için de bana ihtiyacın olmasa.

Cumartesi

şarkı vereyim.


She sold her love to a modern man
Cause solid currency's the hardest to love
All other modern hels you cover your eye
Don't let the lady finger blow in your hat
Di-da

Feel like a daughter
She's like a star tonight
Without wanting
She gave up
The ghost inside

Just like a whiskey bottle drained on the floor
She got no future, just a love to endure
This gives some matter to shaking her hide
'Too late to leave him' are the songs in her car
Di-di-da

Feel like a daughter
She's like a star tonight
Without wanting
She gave up
The ghost inside
They call it chivalry
Never pull a punch for free
You ever wonder what it had to move on
This phony article
That put you on the floor
A double standard
Here we look when we walk

Feel like a daughter
She's like a star tonight
Without wanting
She gave up
The ghost inside

Was it all for show?
To turn into all of them
Turning a page
Trust me darlin'
I'm carving 'em up through the dust in your town
Crawling over rubble just to sound me out
Tend to wonder why?

Cuma

müzikle ilgili şeyler.

ki bence okumasanız da olur. hızlı düşünce akışı, yazılan cümlelerin arasındaki o müthiş kopukluğun kaynağı olacak. hep öyle olur. müzik dinlemek öyle bir şey ki, "evrensel" lafının tüm evreni dünyadan oluşuyor sanmak olduğunu düşünen bir insan için bile "evrensel". ne dediğini anlamıyorum. ama inan doğru tahmin ediyorum. hiçbir şey demese de mevsimlerin değişmesi çok güzel. bırakalım şimdi cümleleri. neyi seviyorum biliyor musun, bir şeyi tek başıma yapabilmenin verdiği o hazzı. anla işte, tek başıma olmayı seviyorum. yollar müzik dinlemek içindir. iyi ki ışınlanamıyoruz. yollar belki yanındakiyle konuşmak içindir ama ben kendi kendime konuşmayı daha çok severim. fonda müzik olmalı. bugünlerde nasıl komiğim anlatamam. annem her gün mutlu. çok komikmişim, öyle diyor. bir insanı çok uzaktan görüp anlamak vardır. ben yerinde duran ama aslında hiç de yerinde duramayan birini görüyorum. çıldıracak birini görüyorum. tanımama gerek yok ki, böyle zamanlarda ne kadar uzaktan baktığın hiç önemli değil. ama merak ediyorsun. çözmek istemeden soruyu görmek istiyorsun. merak tuhaf. arada etrafa bakınmak iyi oluyor. dalga geçmeden yaşanmaz ve bazı şarkılar seninle dalga geçer. şarkıların omuzlarına yaslanılıyor. şarkılar sarılabiliyor. eh canım, bazıları işte anlasana. şarkılar anlıyor. şarkılar anlatıyor. insan mı bu, deme. tek başınalığın verdiği hazzı bir insan tamamlayamaz. tamamlarsa buna tek başınalık diyemezsin, şu klişe laftan söz ediyorum. şarkılar insanların ürünü olabilir ama seçersin. nasıl bir şey istiyorsun? neşeli mi? bak sonbahar geldi, sen en iyisi sakinleş biraz. biraz yavaşla be. ben 32 dakikalık şarkının evreninde yaşıyorum. kilise çanları ya da ezanın rahatsız ettiği türden bir insanı nasıl yatıştırır o fırtına? bir şantajcının kafasının içinde gezindiğini hayal et. işte bu, 32 dakikaya değer. hatta daha da fazlasına, çok daha fazlasına. kim olamıyorsan, o olmana izin verecek bir şarkı ara. bulursun. bana sor. sen bulamazsan ben bulurum.

Cumartesi

herhangi üçü doğrusal olmayan n tane nokta


düzlemde kaç tane doğru belirtir?
gerçekten umrumda değil. okulun başlaması, bana ekmek, bana su, bana zehir; hayır hayır, bana zindan olacak yaklaşık iki senelik bir sürecin de başlaması demek. keşke çok mantıklı bir insan olsaydım da, yok yok, mantıklı olmak yetmez, keşke sırf mantıklı bulduğu kararlar doğrultusunda hareket eden bir geri zekalı olsaydım da, her şey mükemmel olsaydı. keşke önemseyebilseydim. ne bileyim, keşke işte. keşke gerçekten telaşlı olsaydım, o zaman kendimi bir yerlere kapatmama gerek kalmazdı. bulduğum bahanelere inanmıyorum, etrafımdakileri inandırmasam öyle ciddi ciddi sarılıp teselli etmeye çalışmazlardı. ama etrafımdakileri önemseyememe hastalığı da baş gösterdi baksana.
bu adamlar bu şarkıları nereleriyle kaydediyor ve artık "yemin ederim, vallahi bak" dediğimde bana kimsecikler inanmıyor. boşa çaba.
yarın sabah, pardon artık bu sabah erken kalkacağım ve bahsettiğim n tane noktanın C(n,2) kadar doğru belirttiği gerçeğiyle de gerçekten çok fazla ilgileniyorum. buna da, işte öyle yararlı birçok bilginin sadece ufak bir parçası diyebiliriz.

hoşça kal.

Salı

delirmek*




ne güzel başlıyor;
aynılaşıyor sonra,
kendini o kadar çok tekrar ediyor ki
sıkılacağını sanıyorsun,
o sırada alışıyorsun.
en sancılı suskunluklarını bile
hiç bıkmadan,
yorulmadan,
sonuna kadar dinliyorsun.
sonu da iyi olmuyor hani;
isyan ediyor,
haykırıyor,
nasıl güzel.
nasıl bu kadar güzel,
böylesine acıyken?


*böyle bir şey olsa gerek.


(not: şarkıyı sonuna kadar dinlemeyeceğinizi biliyorum. ama en azından ortalarına kadar ileri alıp dinleyin. nasıl sarıyor, delirmek gibi aynı.)

Cuma

Şarkı:



Andy Williams - El Condor Pasa

muhtemelen bildiğiniz klasiklerdendir el condor pasa. bu sefer simon&garfunkel'dan değil de andy williams isimli bir abiden dinliyoruz. aslında bir halk ezgisiymiş, üzerine ingilizce sözler yazmışlar. güzel, değil mi?

Salı

arkadaşın omzunda gün doğumunu izlerken dinlemelik.

on a waggon bound for market
there`s a calf with a mournful eye.
high above him there`s a swallow,
winging swiftly through the sky.
how the winds are laughing, 
they laugh with all their might.
laugh and laugh the whole day through, 
and half the summer`s night.
donna, donna, donna, donna; donna, donna, donna, don.
donna, donna, donna, donna; donna, donna, donna, don.
"stop complaining!“ said the farmer,
who told you a calf to be ?
why don`t you have wings to fly with,
like the swallow so proud and free?“ 
calves are easily bound and slaughtered,
never knowing the reason why.
but whoever treasures freedom,
like the swallow has learned to fly.


joan baez - donna donna


Cumartesi

Şarkı:



The Mars Volta-The Widow

eveet, en sevdiğim ikinci gruba geldik. mars volta'yla yaklaşık üç senedir devam eden birlikteliğimiz boyunca yaptıklarımı, bu grubu neden sevdiğimi ve sizin de neden sevebileceğinizi anlatacağım. ar yu redi?


fotoğfafta gördüğünüz kıvırcıklar grubun üyeleri. soldakinin adı cedric bixler-zavala. grubun solisti. sağdakinin adı ise omar rodriguez-lopez. grubun beyni. önce şarkıdan bahsedeyim, sonra yavaş yavaş gruba geçeriz. neden bu şarkıyı seçtim? çünkü mars volta'yı ünlü yapan şarkı bu. frances the mute albümünden (sağda solda kullandığım kullanıcı adının kaynağı da bu muhteşem albüm bu arada). sanırım en sevilen ve zaten benim de gruba ilgi duymamı sağlayan şarkısı the widow. dream tv'de o muhteşem klibini ağzım açık (ve biraz korkuyla) izledikten sonra bir süre bu kadın vokalin neler hissettiğini düşünmeye çalışmıştım. dul bir kadının hikayesi. sonra babam bana onun erkek olduğunu söyledi. başta inanmadım. bir bakayım dedim google görsellere. aha. harbi erkek.
cedric. kadın sesli erkek. ne duygulu sesi var. ne güzel kullanıyor sesini. konserlerde kendini kaybediyor bu herif.

eğer youtube'da cedric bixler dance machine gibi şeyler aratırsanız harikulade danslarıyla karşılaşırsınız. o tam bir çılgın.

gelelim omar rodriguez dahisine. masamın önündeki kocaman posterine bakarak ders çalışıyorum. ne dediğini o kadar iyi biliyor ki, röportajlarını izlerken nefesimi tutuyorum resmen. şu aralar grupla ne kadar ilgilendiğini bilemiyorum ama gördüğüm kadarıyla başka işler peşinde. prodüktör. bu kelimenin anlamı ne?
ne diyorum, harika bir gitarcı bu adam. kendini kaybediyor çalarken. red hot chili peppers'ın eski gitarcısıyla (john frusciante) karşılıklı döktürdüğü videoları şiddetle tavsiye ediyorum.
ne sempatik adamlar değil mi? anlaşılmaz şarkı sözleriyle, deli şarkılarıyla, sahnedeki danslarıyla, laflarıyla, falanlarıyla filanlarıyla gönlüme taht kurdular. pink floyd'un, led zeppelin'in yaptığı gibi kaliteli, uğraşılmış, dolu müzikler bulmak gittikçe zorlaşıyor. bu durumda bana da mars volta'nın diskografisini hatmetmek kalıyor tabi ki. orijinal albümlerini türkiye'de bulmak oldukça zor. ama yılmayıp yurt dışında ararsanız... durun size amputechture'dan biraz bahsedeyim.
annem bir arkadaşıyla fransa'ya gitmişti. arayıp ne istediğimi sorduğunda söyleyebildiğim tek şey, orijinal albümlerini deli gibi arzuladığım (adeta yanıp tutuştuğum) mars volta oldu. orda aramış, aramış... yeraltında küçük bir dükkandan bahsediyor. haydaa. paris'te bile zor bulunuyor adamların albümü. annem dükkana girip "the mars volta" dediğinde ortamdaki dövmeli, küpeli, uzun saçlı bilmem neli tipler anneme şaşkın şaşkın bakmış. "mars volta, ov yeee" gibi bir tepkiden bahsetti. şaka şaka. "hmm, led zeppelin gibi bir gruptur, çok iyi gruptur, harika tercih" tarzı şeyler söylemişler benim sarışın, kokoş anneciğime uzaylı görmüş gibi bakarak. ahaha. düşünebiliyorum. eline amputechture'ı tutuşturup yollamışlar. kapağı en favori ressamlarımdan jeff jordan'ın eseri olan bu albüm dinlemeye doyamadığım şarkılarla dolu. fazla popüler olmasa da seviyorum işte. çare yok.

Perşembe

Şarkı:


The Zombies - Leave Me Be



kötü alışkanlıklar sizi kötü biri yapmaz.

Pazar

Radiohead-Talk Show Host

Şarkı:



Sarah Blasko-All I Want

70'lere dönüş, sound çok iyi yakalanmış. zaten hatun da güzel. değişik bir güzel.

Cumartesi

yalnız ben mi görüyorum?

şu duvarları diyorum, yalnız ben mi görüyorum?

farkında mısınız, gittikçe netleşiyor her şey. otobüste insanları izliyorum. birbirlerinin yüzlerini huzursuzca süzüyor, birbirlerine tiksintiyle bakıyorlar. ayakta, kendisine yer verilsin diye bekleyen teyzenin aklından neler geçtiğini biliyorum. parfüm kokusu bütün otobüse yayılan, elindeki telefondan başını kaldıramayan kız hakkında insanların neler düşündüklerini duyabiliyorum. muhtemelen dersaneye gitmekte olan küçücük çocuğun yırtık ayakkabılı adama nasıl bir korkuyla baktığını görebiliyorum. arada bir göz göze geldiğimiz muavinin dinlediğim müzikten nasıl tiksindiğini bakışlarından anlayabiliyorum.

yalnız ben biliyor olamam, değil mi?

herkes görüyor. el sıkışan iki insanın arasındaki saklı düşünceleri herkes duyuyor. o yüksek duvarlar keskinleşiyor: "bana dokunmayan yılan bin yaşasın"lar, "işim bitene kadar iyi davranırım"lar, "biz en üstün türüz, insanlık kazanmalı"lar; tür ayrımları, dil ayrımları, din ayrımları -özellikle din ayrımları-, ırk ayrımları, ekonomik durum ayrımları, sosyal statü ayrımları... "sosyal paylaşım siteleri"ne bakalım mesela. insanlar gruplara ayrılıyorlar: emo, tiki, apaçi, cool, entel vs. insanlar birbirlerini gruplara ayırıyorlar. "ayy serdar ortaç'ı beğenmiş, ezik!" ya da "ıyy metallica mı, ergenn" hatta en yaygınından: "ehueheuhe justin bieber'ı beğenmiş! salak bebe!"

sana ne kardeşim, istediğini beğenir sana ne! "oha ateist, uzak dur bundan, kötü kötü bak buna, çok tehlikeli çok" diye düşünen kaç kişi var bilmiyor muyuz? ya da referandum dönemine dönelim mesela,  bizim gibi düşünmeyen ünlüleri, sanatçıları suçlamadık mı, hatta bazılarına hala iktidar yalakası demiyor muyuz?

kim kimi kabulleniyor? insan kendini bile zor kabullenirken başkalarını neden kabullensin? bana hala "insan sevgisi" diyorsunuz, "hayvan sevgisi" ya da "dünya sevgisi". geçin bunları.
sevgi diye bir şey yok. benlik var sadece, her şeyin önünde "ben olmak" var.